Yazılarımıza http://www.gezginkopek.com/ adresinde devam ediyoruz. Buraya tıklayın.
16 Mayıs 2009
www.gezginkopek.com
19 Nisan 2009
Menekşe'de Erken Bahar
Kışın başında başlayan kar yağışı ile yayla yolları kimi zaman Nisan ayına kadar kapalı kalırlar. Tabi bu Marmara bölgesi için geçerli. Daha yüksek yaylalarda bu süre daha da uzamaktadır. Kış döneminde kar Biblo ile yürümeyi zorlaştırdığından kışın yayla ziyaretlerini yapamıyoruz.
İlkbahar şehirde kolay gelir ama yaylalarda ise bu süreç 30-40 gün daha geç olur. Ağaçların yeşermesi, tüm çiçeklerin açması ancak Mayıs'ın ortasından sonra olur. Bu da yaylanın bulunduğu bölge, rakım gibi etkenlere bağlı olarak değişir. Örneğin Erikli Yaylası'na bahar daha erken gelirken, Sakarya civarına doğru denizden uzaklaştıkça ve rakım arttıkça bu süre daha da uzar.
Bu seneki ilk yayla gezi programımızı ablam ve ailesiyle birlikte yapıyoruz. Özellikle yeğenim Deniz'e yayla havasını aldırmak istiyorum. İlk aklıma yine Menekşe geliyor. Menekşe yaylasının gönlümde ayrı bir yeri var. Bu yaylayı Biblo ile beraber tesadüfen motosikletle orman yollarında gezerken bulmuştuk. Sonra adını öğrenmiştik. Ancak henüz vakit erken olduğundan yaylayı yeşiller içinde bulup bulamamakta tereddüt ediyorum. Deniz'in ilk yaylası olacağından en azında Menekşe'lerin açmış olacağını umut ediyorum.
Pazar sabahı Opet'te buluşup depolarımızı doldurduktan sonra İlk durağımız Yuvacık Barajı'nın sonunda yer alan Mahir'in yeri. Her zaman olduğu gibi ilk Mahir karşılıyor bizi. Derenin kenarında kahvaltımızı büyk bir keyifle yapıyoruz. Aslında bildiğimiz kahvaltı ortam ve güveçte yumurta ile birleşince gayet keyifli oluyor.
Mahir'in yerinden bir kare:
Ablam Sofra dergisi dahil üç dergide yazıyor. Aynı zamanda blog'un da da kimi zaman bunları yayınlıyor. Bu yüzden de yemekle ve bununla ilgili her şey dikkatini çekiyor. İşte bunlardan biri Su Değirmenleri. Mahir'in yerinde ve yukarısında köylülere ait su değirmenleri bulunuyor. Değirmenler halen faal. Ağırlıklı olarak bu değirmenlerden mısır unu elde ediliyor. Ablamla su değirmenleri ile epey ilgileniyor ve fotoğraflıyor.
Burada kahvaltımızı yaptıktan sonra Menekşe Yaylasına doğru yola çıkıyoruz. Servetiye Cami köyüne kadar ortam yeşilken 800 metreyi aştıktan sonra ağaçlardaki yeşillenme ortadan kayboluyor. İşte o zaman erken davrandığımızı anlıyoruz. Nuray'la ikimizde erken geldik ve yaylanın yeşilini yeğenim Deniz'e gösteremeyeceğimize üzülüyoruz.
Bu sefer yaylanın başında durmuyor ve yaylanın ilerisine kadar gidip, gezip dinleneceğimiz bir alan buluyoruz. Çünkü Biblo'nu beli orta ve uzun yürüyüşlere henüz müsade etmiyor. Bugünkü gezimizde fazla yürüyüş yok. Bu sefer zamanımızın büyük kısmını oturmakla geçireceğiz. Alışık olmadığımız bir durum aslında.
Biblo ile beraber dinlenirken:
Yayla'nın ortasından geçen dere yaylanın beslenmesi için hayati değer oluşturuyor.
Biblo kısa kısa yürüyüşler yapıyor. Bazen dayanamıyor otlar üzerinde yuvarlanıyor.
Yaylanın temiz havasını solumak, taze otlarında henüz çıkan menekçeleri karelemek güzel.. Bu yüzden de zaman nasıl geçiyor anlamıyoruz. Hava kararmadan İstanbul'a dönmek için çok da geç kalmadan geri dönüyoruz. Biblo bu gezimizde çok da gezemedi ama temiz havada otların üzerinde uzanmak ona iyi geldi. Her geçen iyi olan Biblo ile bu dönemde yaptığımız gezilere devam edeceğiz.
7 Nisan 2009
Küre Dağları'nın Mağaraları
Kış boyunca biriken dağlardaki Karlar erir, şelaleler çoşar, kimi ağaçlar tomurcuklanır, kimisi çiçeklenir, yaylalar yeşermeye başlar..Doğa'nın uyanmasıyla Biblo da bu aylarda kıpır kıpır olur, yerinde duramaz. Ancak 2009'un ilkbaharını biraz daha yavaş karşılamak zorunda kaldık. Çünkü Biblo'nun belini incittik. Biblo yürümekte zorlanırken bizim de hareketlerimiz kısıtlandı. Biblo'nun iyileşebilmesi için hareketsiz durması, merdiven inip, çıkmaması gerekiyordu. Bu yüzden pek çok yerde kucaklarda hatta sepetinde taşıyarak geçirmek zorunda kaldık. Ancak önceden planlanan Kastamonu Pınarbaşı gezimizi ertelemedik. Veterinerimiz Feridun Bey'in de izni ile Biblo ile Kastamonu'ya doğru yola çıktık.
Gezi Künyemiz:
Gezi Organizasyonu: ASPEG (Anadolu Speoloji Grubu)
İstanbul'a Uzaklık: 450 KM
Gezi Tarihi : 4-5-6 Nisan 2009
Konaklama Yeri: Paşa Konağı (www.pinarbasim.com) Tel: 0-366-771 33 75
Son olarak 2008 Aralık'ta gelmiş, burada ASPEG (Anadolu Speleoloji Grubu) ile tanışmıştık. Sonra mağaracılık adına yaptıkları hoşumuza gidip bizde ASPEG'li olmak istemiş ve Ali Yamaç'ın da gayretiyle gruba dahil olmuştuk. Tamamladığımız eğitimlerden sonra, mağaracı olarak ilk gezimizi yine Pınarbaşı'na yaptık. 4-6 Nisan tarihlerini kapsayan üç günlük bu gezimizde Küre Dağları Milli Parkı ve civarında yeni mağara keşifleri yaptık.
Yine tarihi Paşa Konağın'da konaklıyoruz. Erdoğan Avcı'nın sahibi olduğu Ahmet Abi'nin işlettiği Paşa Konağı'nda Cuma akşamı Ahmet Abi şömine ateşini yakmış bizi karşılıyor. Safranbolu'nun bükmesi ve kuyu kebabından sonra şömine karşısında Ahmet Abi'nin çayını yudumlayarak tüm yol yorgunluğumuzu atıyoruz.
Ertesi gün Biblo yürüyemediği için beraber konakta kalıyoruz. Grup ise mağara keşifleri için hazırlıklarını tamamlayarak yola çıkıyor. İki gruba bölünen ekipten biri İntürbesi mağarasını bulmak için, diğeri ise köylü rehber eşliğinde yeni keşifler için kanyon civarına gidiyorlar. Onlar keşif yaparlarken ben Biblo ile zaman geçirirken zaman zaman çevredeki kuşları fotoğrafladım. Öğlene doğru ise Biblo ile güneş altında, derenin sesi ve kış cıvıltıları ile ruhumuzu dinlerdik.
Yeni aldığım 70-300 objektifim ile çektiğim kuş karelerinden bir tanesi :
Öğleden sonra ilk dönen grup Ali Yamaç'ın grubu. Ama elleri boş...Gidilen rotada mağara bulunamıyor. Murat'ın grubu ise mağaranın yerini bulmuş olarak dönüyorlar. İntürbesi mağarasının yerini uzun uğraşlar sonunda Nuray ile Engin bulmuş. Hatta ilk bölümün ölçümleri bile almışlar. Lakin iş bitmemiş..Yanlarında iniş malzemesi olmadığı için alt salona girememişler. Yarın tekrar gidilip 5-6 metreden inerek mağaraya devam edilecek. Ben olup bitenleri ise keyifle dinliyor aynı zamanda akşam yemekten sonra bilgisayara aktarılan fotoğraflardan izliyorum. Herkes kendinden bir şeyler ekliyor. Sohbet edilirken bir yandan da bilgiler tazeleniyor. Yarın ben de bu mağaraya girecek ve aşağı inerek mağaranın devamlılığına bakacağız. Bu arada heyecan dorukta, ilk defa turistik olmayan bir mağaraya mağaracı olarak giriş yapacağım.
Biblo'yu aslında konakda yalnız bırakma konusunda tereddüt içindeyim ama durumu değerlendirerek konakda odamızda bırakmaya karar veriyoruz. Bu sayede yerinde kıpırdamadan daha çok dinlenecek. Üstelik biz yokken Ahmet abi arada sırada göz kulak olup, sobayı odunla besleyip odanında sıcak durmasını da sağlayacak.
Burada mağaraların yerleri ve konumları hakkında bilgi vermiyorum. Çünkü pek çok defineci bu mağaraları bulurlarsa talan edecekler ve doğal güzelliklerini bozacaklar. Definecilerin bir şey bulabildiklerini sanmıyorum ama verdikleri zarar onarılamayacak boyutlara varabiliyor. Mağaracılık hakkında pek çok bilgiye ve keşfettiğimiz mağaralar ile ilgili bilgilere http://www.aspeg-tr.org/ sitesinden erişebiliniyor.
İntürbesinde kalan kısmı tamamlamak üzere 6 kişilik bir ekip olarak yola çıkıyoruz. Dik tırmanıştan sonra mağara girişinde tulumlarımızı giyerek ilk mağarama dalıyorum. Oldukça keyifli. Havası bile hoşuma gidiyor. Lumi ile sol taraftaki en aşağı kola dalıyoruz ama devam etmediğini görünce geri dönüyoruz. Bu arada Murat ve Arda aşağıya iniş için gerekli emniyetleri alarak merdiveni hazır hale getiriyorlar.
Mağara kostümü içinde benim ilk mağara fotoğrafım :
Arda ve Murat merdiveni döşerken bizde mağarada inceleme yapmaya çalışıyoruz. Yanımızda alkol tüpleri var. Eğer bulabilirsek bulduğmuz böcek türlerini tüplere koyuyoruz. Bu bilgiyi biyologlar için topluyoruz. Çünkü ilk defa bu şekilde incelenen bu mağaralarda yeni tür bulma olasılığı her zaman var. Ayrıca bunlar mağara yaşamı hakkında da bilgi veriyor.
Merdiven'den aşağı iniyoruz ama mağara umduğumuz gibi çok da devam etmiyor. İleri devam eden bir kol kısa bir süre sonlanıyor. Murat ve Lumi ölçümleri alarak mağara kayıtlarını oluşturuyorlar. Ölçüm dediğimiz uzun bir metre ve eğim ölçerli pusula ile yapılıyor. Durak noktaları belirlenerek alınan bu ölçümler dönüşte bilgisayara kayıtları yapılıp, çizimleri oluşturuluyor. Birazda görsel hafıza ile mağaranın şekli ortaya çıkıyor.
Emine eğim ölçerli pusula ile ölçüm yaparken :
Genç mağaracı Tuna'ya boynuz yaparken:
Konağa geri döndüğümüzde Biblo'yu daha dinlenmiş olarak buluyorum. Nuray diğer grupla Atak mağarasından halen dönmemiş. Atak mağarası zorlu bir mağara. Amaç bir kolun devam edip etmediğini kontrol etmek. Bu kolun farklı bir noktada yüzeye çıkış yapılacağından şüphe ediliyor. Daralları bol bol bulunduğu, büyük bir zaman sürünerek geçirilen keyifli mağaralardan. Ekip akşam üstü geri dönüyor. Yorgunlar ama bir o kadar da keyifli. Şüphe edilen kol sonuç vermiş ama mağara da geçirdikleri 5 saat sonunda mağaraya doyuyorlar. Hepsinin tulumları baştan aşağı çamur içinde. İlk işleri ise derede tulumlarını temizlemek.
Pazartesi günü ise planımızda Buzluk mağarası var. Orman içinde 1 saatlik yürüyüşle eriştiğimiz Buzluk hepimizi büyülüyor. Mağara'nın doğalında olan sarkıt ve dikitlerin dışında, mevsimsel olarak oluşan buzul dikitlerin oluşturduğu manzara oldukça etkileyici. Grup'da bulunan Ender Usuloğlu tarafından ilk defa ölçülen ve isimlendirilen bu mağaranın bu halini ekipten ilk defa bu şekilde bizler görüyoruz.
Sami'nin çektiği karelerden seçmeler:
Bu etkileyici mağara gezimizden sonra hava kararmadan İstanbul'a doğru yola çıkıyoruz. Tabiki Safranbolu'nun yine o güzel yemeklerinin tadına baktıktan sonra...
22 Mart 2009
Akarsular Gürül Gürül
Bu sene dağlar daha iyi yağış aldı. Kışında normal seyrinde gitmesiyle Şelaler ve Yaylalar mevsimi diye adlandırdığımız İlkbahar'da gelmiş oldu. 22 Mart Pazar günü hem dağlardaki kar durumuna bakmak hem de Yuvacık-Kullar bölgesini ziyaret etmek için Mahir'in Yerine doğru yolumuzu tuttuk. Mahir'in bu bölgedeki en güzel yerlerden biri... Mahir kendisi doğrudan müşterileriyle birebir ilgilenir. Sabah kahvaltısını ve köy yumurtasını mutlaka deneyin.
Gezi Künyemiz:
Tarih: 22.Mart.2009, Pazar
Alınan KM: 208 KM
En Yüksek Rakım: 1,027 metre
Ve yine Haritamız: (Geçen seneki GPS Kaydı)
Yuvacık barajına geldiğimizde barajın doluluk oranının gayet iyi olduğunu görüyoruz. Karların tamamen erimesiyle baraj tamamen dolacağa benziyor. Geçen sene aynı zamanda baraj bu seviyeyi görememişti. Önce Mahir'in yerinde kahvaltı molamızı veriyoruz. Niyetimiz çevreye bakınmak ve tüm günümüzü burada geçirmek. Havalar yeni ısındığından henüz ortam kalabalık değil. Böylesi de ideal olanı. Yazın ana baba olan bu yerleri sakinken ziyaret etmek çok daha keyifli.
Geçen Sene de yine bu zamanlarda bu bölgeye bir kaç kez gelmiştik. İstanbul'a yakın olması, güzel doğası ile bu bölge oldukça ilgimi çekiyor. Kanyonları,yaylaları, akarsuları, Karadeniz göçmeni yöre halkı ile gelinesi yerler. Geçen seneki yine bu zamanlarda Aytepe-Menekşe Yaylası Yolu başlığı altında buraları yazıp çizmiştim.
Kahvaltımız gelirlen zaten çok da tanıdık olan çevreden bir kaç kare foto alıyorum. Biblo halinden memnun tahta köprü ne kadar sallansada karşıya geçiyor. Altından akan sular şimdilik onun için seyirlik...Biraz daha havalar ısınıp, suların hızı azalınca atlamaya cesaret edecektir.
Kahvaltımızı keyifle yaparken yol durumu hakkında Mahir bize bilgi veriyor. Henüz bıcak (dozer) yola girmemiş. Gölge yerlerde ise kar kalınlığı halen 50 cm üzerinde olabildiğini Ormancılar söylemiş. Bu yüzden de dozer karın incelmesini bekliyormuş.
Kahvaltımı sonrasında Aytepe'ye doğru yöneliyoruz. Servetiye Cami'nden doğru yukarı giden yolda ve kenarlarda kar bulunmuyor. Ancak Orman Kontrol noktasına ulaştıktan sonra karla karşılaşabiliyoruz. Erime başlayınca karla pelte halinde..Biblo durumu görünce inmek bile istemedi. Bizde karşı yamaçta Aksığın ve Tepecik köylerini ve onlara bağlı mahalleleri fotoğrafladık.
Tekrar Mahir'in yerine geri döndükten sonra dere boyunca yürüyüşe geçtik. Yerinde duramayan Biblo anı bekliyordu ve hepimizden önce atıldı. Biblo'da artık defalarca geldiğimiz buraları iyice ezberledi. Dönüş yolunda gözümüze ilişen küçük şelaleyi de fotoğraflamayı unutmadık.
14 Mart 2009
Ballıkayalar'da TIT Egitimi
TIT yani Tek İp Tekniği. Daha doğrusu iple tırmanış ve iniş eğitimi aldık bu hafta sonu. Tuzla'da otururken sakin olduğu dönemlerde sık sık ziyaret ettiğimiz Ballıkayalar'da bu sefer eğitim için bulunuyorduk. ASPEG grubumuz tarafından düzenlenen bu eğitimde amaç dikey mağaralara tek iple iniş ve çıkış yapabilmek. İlk temel eğitimlerimiz ardından ilk gerçek kaya üzerinde yapacağımız bu eğitim epey heyecan vericiydi.
Ballıkayalarda pek çok hazır tırmanış rotası bulunmakta. Hemen vadinin girişinde bulunan sağda ve solda yer alan kaya yapısı eğitime oldukça uygun. Özellikle İstanbul'a yakınlığı yüzünden kaya tırmanışı için çok kullanılan bir alan. Biz eğitim için soldaki kayaları tercih ettik. Ballıkayalara geldiğimizde kaya eğitimi alanları görüp imrenirdim. Şimdi ise sıra bizde...Bu sefer o kayalardan biz sallanacağız.
Eğitmenimiz Barbaros eğitim duyurusunu herkese gönderdiğinde Cuma akşamından kamp kuracağını yazıyordu. Yedi göller kampından bu yana neredeyse dört ay geçmişti. Bu yüzden kamp için can atıyordum. Lakin Cuma günü Bursa'da olacağımdan katılmamız zordu. Bu yüzden kampa Cumartesi sabahtan katılmaya karar verdik. Barbaros ise benim gibi çadırlı kamp yaparak bir stres atmak istiyordu. Yağmur yağsa da gök insede ben gideceğim demişti ve gittide. Yağan yağmura rağmen Barbaros, Ali Yamaç, Engin ve Tuğba o gece Ballıkayalar'da çadırlı kamp yaptılar. Geceleyin Barbaros'dan gelen telefon kampın ne kadar eğlenceli geçtiğini anlatmaya yetiyordu.
Cumartesi sabah biraz geçde olsa kamp alanına ulaştık. Ali Yamaç her zamanki o kendine özgü takılmalarıyla önce Biblo ile sonra bizimle selamlaştı. Hep dediğim önce Biblo sonra biz.
Kamp alanında Biblo kucağımdayken;
Hep beraber çayımızı yudumlayıp kahvaltımızı yaptıktan sonra eğitim alacağımız noktaya hareket ediyoruz. Ali Yamaç gece karanlıkta yürürken düşüp ayağını incittiğinden onu kamp alanında bırakıyoruz. İlk önce gelmeye yeltendiyse de yağmurla birlikte kayganlaşan zeminde riskli olabileceğinden vazgeçtik.
Eğitim alacağımız kaya yaklaşık 25 metre yüksekliğinde. Barbaros her şeyi emniyete alıp eğitime başladı ama biz aşağı baktıkça "Acaba dönsek mi?" esprisini yapmadan edemedik. Hele hele bizden daha tecrübeli Engin aşağı bakıp "Ben burdan inmem" diyince biz iyice yıkıldık.. Soluklu konuşan Engin meğersem bu ipten inmem, diğerinden inerim anlamında söylemiş. Diğerinin girişini daha çok beğenmiş. Hani bizde bahane aramıyor değiliz.
Bir baktım Nuray aşağı inmiş, Barbaros yukarı çıkmış bile. Sıra bende..Öyle böyle değil kalbim küt küt atıyor. Hani öyle yükseklik korkusu falanda yok ama.. İpten sallanacağım istasyona kadar gerginlik devam ediyor. Ama ipe girince daha rahatladım. İkinci ikinişmi yaparken daha da rahattım. Barbaros'la yarı yolda bir araç emniyet alıp kısa bir rahatlama ve güven sohbeti bile yaptık. Doğadaki bir engeli daha aşabilmeyi ve dikey mağaralara inebilme yolunda önemli adım atabilmiştik.
3 saatlik eğitim sonrasında hepimiz yorgun düşünce aşağı inip Ali Yamaç'a katıldık. Göletin yanıbaşında sohbetimizin ardından Ali Yamaç ve Engin'i İstanbul'a uğurladık. Bizde geceleyin kamp hazırlığı için kolları sıvadık. İlk olarak ateş meselesi önem taşıyordu. Hem ısınmak hem de yemek için ihtiyacımız olan ateş için çevrede kuru odun bulamayınca Barbaros'la kuru odun için köye inerek odunmuzu aldık. Öğleden sonra başlayan kamp eğlencemize akşamleyin İlker ve Sebahatta katıldılar. Yaktığımız ateşte Barbaros'un yaptığı mızraklarda tavuk butlarımızı ve sucuğumuzu yaparak keyifli bir kamp yemeği yedik. Ateş başı sohbetimizin ardından TIT ekibi günüde yorgunluğuyla çadırlara çekildi. Geceleyin hava sıcaklığı 2 dereceye düşünce Nuray üşümeye başladı. Riske girmeyip hemen aracımıza geçtik.
Pazar sabahı ilk kalkan her zamanki gibi Biblo oldu. Önce beni uyandırdı, sonra kamptaki herkesi havlayarak uyandırdı. Herkesin uyandığını gören Biblo her ne olduysa sustu. Kamp alanlarında buna pek çok kez tanık oldum. Sebebi sanırım kalabalığı sevmesi ve herkes kalkmadan harekete geçmemiz. Biblo herkesi uyandırarak işi hızlandırıyor aslında...
Barbaros'un o güzel sucuklu melemen'i ile karnımızı doyurduktan sonra biz kamp alanını terk ederek evimize doğru yola koyulduk. Aslında o günde eğitime devam edecektik ancak Cuma'dan bu yana kırık olan vucüdum iyice yorgunlaşmış ve tehlike sinyalleri çalıyordu. Barbaros o inanılmaz dinamikliğiyle o gün İlker ve Sebahat'e de eğitim vererek eğitimleri tamamlamış. Bir hafta sonunu daha faydalı bir eğitimle geçirdik. Doğada direncimizi ve engellerimizi azalttık, bilgimizi arttırdık.
7 Mart 2009
İlkyardım Eğitimi
Bu hafta gezmek yok. Çünkü hep beraber ilkyardım eğitimi alacağız. Her an her yerde karşılaşabileceğimiz durumlara daha hazırlıklı olmak, doğruyu yapabilmek için bu eğitim son derece önemli. Özellikle doğada gezen yardımın hemen ulaşamayacağı yerlerde en ufak bir bilginin dahi önemi var. Bilgi varsa ne yapılacağı biliniyordur, bilgi yoksa ön görüler yapılır, panik olunur.
İlkyardım eğitimini ODTÜ Cankurtarma ve İlkyardım (OCİT) Topluluğundan aldık. ASPEG'i kırmadılar Ankara'dan İstanbul'a gelip bizi 2 gün yoğun bir eğitim kampına aldılar. İşini ciddiye alan tam tamına 8 eğitmen geldiler. Biz topu topu 15 kişi, eğitim kadrosu 8 kişi. İlk önce 8 kişi ne yapacaklar diye düşünürken, eğitim sırasında neden 8 kişi olduklarını anlayabildim. OCİT aslında bir öğrenci topluluğu. Ama bu topluluk 17 yaşında. Yani 1992 yılında kurulmuş. Amatör ama eğitim başarısı : Harika. 26 saatlik eğitimi büyük özveri ile verdiler. Ne bizim ne de kendi tempolarını hiç düşürmediler. Sürekli ilgiyi bu kadar yoğun bir eğitimde çok kolay değil.
Biblo gezemesede sosyal olmayı oldukça seviyor. Özellikle sevdiği kişilerle birlikte olmak onun için keyif verici. ASPEG'lileri çok seviyor. Bu yüzden tüm eğitim boyunca gayet rahat rahat kucaktan kucağa dolandı durdu. Ancak bir ara sıkılıp eğitim sırasında sahneye çıkıp hepimize şöyle bir bakıp"Kuzum siz ne yapıyorsunuz burada? Hadi doğaya gidelim." diye bizlerin karşına geçip hepimize tek tek baktıysa da yine de günü fena geçmedi.
Eğtimden Kareler:
Bizleri yoğun bir eğitime tabi tutan OCİT topluluğu üyeleri zaman zaman ansızın ve beklenmedik şekilde yaptıkları senaryolarla bizlere gerçeği yakın ilkyardım dersleri verdiler. Özellikle son toplu senaryo da hepimiz ciddi anlamda terlettiler. Gerçekten olayın karmaşını, ruhunu yaşayarak soğukkanlı olmayı başardık.
Kazalardan sonra yaralıların %10'u ilk 5 dakika içinde, %50'si ise ilk 30 dakikada hayata gözlerini yumuyor. İşte bu noktada ilkyardım'ın önemi büyük. Her şeyden önce İlkyardım tıbbi müdahale değil. Adı üzerinde ilkyardım. Ve temel ABC'yi içeriyor. Zaten OCİT'in dediği gibi amaç "başkaları için tehlikelere karşı korunmayı, soğukkanlı ve hazırlıklı olmayı,önlem almayı ve tehlike anında nasıl davranılmasi gerektiğini öğrenmek"
Uygulamalı aldığımız bu eğitimin hiç bir zaman gerekli olmamasını diliyoruz. Ama bu eğitimde ilk 2 dakika içinde yapılması gerekenleri önemini öğrendik. Pek çok durumda ne yapılması gerekliliğini öğrendiğimiz İlkyardım eğitimi Pazar gecesi 22:00'de tamamladık. İlkyardım eğitimi isterseniz OCİT hep aklınızda olsun. OCİT'in sayfası: http://www.ocit.metu.edu.tr/
1 Mart 2009
Pembe Kayalar, Kefken
Güzellikler hep uzakta mıdır? Hani değişik olan şey güzel gelir. Alışınca ise bayağı olur. Sanırım bu yüzden de uzakta olan değişik güzellikler muazzam gelir. Herkes Maldivler, Sri Lanka peşinde koşturur. "Yakın çizgi bulanık gözükür" derler. Kaba tabiri ile "Burnunun uçunu görmüyor" derler.
Türkiye öyle güzelliklere sahipki, her geçen gün yeni bir tanesini öğreniyor, listeme ekliyorum. Son olarak Pazar günü gazete haberine dikkat kestim. "Konya'da 200 metre çaplı obruk oluştu". Hemen gidesim geldi. "Git oğlum git" dedi bir ses ama hayatın gerçeğinde yarının iş günü olduğu daha ağır bastı.
Elbette Dünya'nın güzelliklerini görmeli ama çok da uzaklarda aramamalı. Ben yaşadığım bu topraklardaki güzellikleri görüp, elimden geldiğinde çevreme anlatarak, korunması yönünde katkıda bulunmaya çalışıyorum. Çünkü içinde bulunduğumuz, yakınında olduğumuz güzelliklerin farkında değiliz. Bana yine de şu ters geliyor: "Çöpünü, kirini, havasını kirlettiğin yerde çalış, sonra paranı cennet diye sandığın Dünya cennetinin bir köşesinde harca"...Dünya'yı görmek, gezmek bende istiyorum. Geçenlerde Biblo yurtdışına çıkabilsin diye çip bile takdırdık. Ama "Cennet Ülkeni de gör"
İşlerin yorgunluğu sanırım, bu ara uzaklara gidemiyoruz. Hafta içi rüzgar görünce Karadeniz'in hırçın dalgalarını anımsadım. Kimbilir nasıl çarpıyorlardı kıyıya, kıyıdan yükselip nasıl havayı ıslatıyor, taze bir deniz havası yaratıryordur etrafta diye düşüncelere dalmışken aklıma Kefken geldi. Son olarak motosikletle Batı Karadeniz turumda uğradığım Kefken dalgalarla dövülüyor ve yağmur gelmek üzere olduğu için hızla İstanbul'a dönmüştüm.
Şimdi 1.Mart Pazar günü olduğunda yine vakit Kefken vakti olarak göründü gözüme. Nuray, Biblo ve ben ailecek koyulduk yollara. Bu yollar artık benim yollarımda. Defalarca aldığım Kandıra yolu bilindik ve klasik olduğundan hep keyifli gelmiştir. İlk önce yolumuzun üzerinde bulunan Kerpe'ye uğradık, ancak in-cin top oynadığını görünce, burada oyalanmayıp Kefken'e geçtik.
Kefken'e ilk girişte kurulu mini pazar dikkatimiz çekti. Hani şöyle göz ucu ile bakmam karnımın zil çalmasına sebep oldu. Limanda bulduğumuz "Liman" balık restaurantına dalıverdik. Balıklar güzeldi güzel olmasına ama Sünnet Gölünden dönerken "Hanım'ın Yeri"nde yediğimiz Hamsi halen aklımdan çıkmıyor. Liman Restaurant yeri güzel ama yağın kalitesine çok önem vermiyorlar. Fiyatları ise İstanbul şartlarına bile normal kalıyor. Daha uygun olmasını gerekirdi. Çünkü Kefken Balıkçı kasabası.
Sonra Cebeci istikametinde bulunan Pembe Kaya'lara doğru ilerliyoruz. Karadeniz beklediğimizin gibi değil. Ne dalgaları dövüyor, ne de havaya deniz kokusunu yayıyor, oldukça sakin. Pembe Kayalar mevkiinde deniz içinde düzgünce ayrılmış kayaları görünce, bu kayaların yapısını merak ettim. Suyun içinde yumuşak ve rahat kesilebilen kayaların bu özelliği keşfedilince Osmanlı döneminde dikdörtgenler şeklinde kesilerek,Sultanahmet Cami dahil pek çok yapının inşasında kullanılmış.
Kefken'ini bilinen bir doğa güzelliği de Kefken Adası. Uzaktan görüyoruz Adayı. Bu yüzden şimdilik ilgimiz dışında.
Pembe kayaların adı ise kayaların pembemsi rengingen geliyor. Güneşin batışındaki renk çümbüşü ile eminim daha güzel olan bu kayaları asıl ilginç yapan bu jeolojik yapısı. Bunun dışında Ağva tarafında gördüğüm kıyılar bana daha güzel ve ilginç geliyor. Aslına bakarsak Ağva ile Kefken arasındaki kıyılarda halen pek çok bakir alan var.
Biblo ise ortamı sevdi. Kayaların üzerinde hop oraya hop buraya koşup durdu. Biblo genelde doldurma kıyılardan kesinlikle hoşlanmaz. Ama doğal yapılarda kıyıya kadar güvenle yanaşır ve ben olmadan gezinebilir. Sanırım patilerinden hissettiği titreşim ona bu konuda bilgi veriyor. Bu titreşim hissi bana pek çok bina hakkında da bilgi veriyor. Örneğin Ağaoğlu Eltes güneşinde apartman içinde rahatlıkla yürüyken, farklı bir yerdeki binadan koridorda sadece duvara yapışarak daha az titreşimin olduğu yerden yürüyor. Hani kalite kontrol açısından Biblo'nun hissettiklerine son derece güveniyorum.
Kefken Pembe Kayalarda dolaşıp, etrafı seyredip, limana dönüş yapan balıkçıları selamladıktan sonra Kefken'den ayrılıyoruz. Kefken bir şeyler yapılmak için çok zengin bir yer değil. Ama Deniz'i için ve Pembe Kayalar'ı görmek için gelinebilir. Yine de tekrar gelinebilecek yerlerin listemde yer almıyor.
Kefken'den dönerken Akçakoca Anıt'ına da uğruyoruz. Kocaeli Fatihi olarak bilenen Kumandan Akçakoca'nın mezarının bulunduğu yer 1974 yılında Kocaeli valisi Ertuğrul Ünlüer tarafından inşa edilmiş. 12.yy'da yaşayan Kandıra Beyi Akçakoca adı ise sadece bu Bey tarafından kullanılmıştır. Osmanlı'nın kuruluş aşamasında, Ertuğrul Gazi, Osman Gazi ve Orhan Gazi'nin silah arkadaşı olarak bilinmekte.
Akçakoca anıtın'dan ayrıldıktan sonra Kandıra merkezine de uğrayıp bir tur atıyoruz. Çeşme kenarındaki yaşlı amcalarda hem sohbet edelim, hemde soralarımıza cevap bulalım diyoruz ama sorduğumuz soruların cevaplarına farklı cevaplar veren yaşlı kasabalılar, kendi aralarında tatlı bir tartışmaya tutuşunca cevapları almaktan vazgeçip yanlarından aryılıyoruz. Kandıra'dan Manda-İnek karışımı yoğurduğumuzu üstündeki kalın kaymağı ile birlikte alıp, İstanbul'a evimize dönüyoruz.
Kefken ve Kerpe'ye hani yolunuz düşerse uğrayın. Bu güzelim kasaba İstanbul ve İzmit'e bu kadar yakın olmasına rağmen daha güzelleştirilebilirken, hani doğayı seven, denizini eşsiz bulan şehirlilerin istilasına uğrayarak doğrudan betonlaşma tercih edilmiş. Belediye ve ilgili makamlar günü kurtarma derdine yasal dayanaklarla da bu kadar yoğun imarlaşarak Karadeniz'in önüne bir set daha örmeyi becermişler.
31 Ocak 2009
İnönü İni ve Frig Vadisi
Kuzey-Batı İç Anadolu bölgesinde dolaşıp duruyoruz. Nallıhan'dan Eskişehir, sonra Göynük Sünnet Gölü..Şimdi de klasik Adapazarı-Eskişehir yolu. Uzun zamandır bu klasik yolu kullanmamıştık. Son Kastamonu, Pınarbaşı gezimizde de Nallıhan tarafından Eskişehir'e gitmiş ve bu yoldaki gelişmelerden haberdar olamamıştık. Adapazarından Bilecik istikametine ilerledikçe gelişen, değişen ve doğaya kıyım yapılarak açılan yolu izledik. Yol güzel ama sanki çalışma şekli çok canice.. Onlarca belkide yüzlerce iş makinası, kamyon dağları yok ediyor, derelerin önünü kesiyor, az da olsa yeşil olan yol güzergahını gri taşa çeviriyor. Dediğim gibi yol güzel ama davranış çok vahşice geldi. Yüzlerce karayolu işçisi, umursamaz ve büyük hızla ve gürültüyle çalışan iş makinaları manzarasını yaklaşık 100 KM süren yol boyunca görünce içim daraldı.
Bu daralmışlıkla Eskişehir'de eve ilk adım attıktan sonra "Biblo ile biz gidiyoruz" oldu. Sonra İnönü Türk Hava Kurumu eğitim alanına doğru gittik. Bir umut birileri varsa planör ve mikrolight için bilgi alırız diye düşünmüştüm. Ancak eğitim pistine geldiğimizde sadece güvenlik görevlisi karşıladı. O da her şeyden habersiz. "Ankara'ya soracan" diyip durdu.
Eğitim alanına gelirken, caddenin sonunda dağ ve dağdaki kocaman oyuk ilgimi çekti. Nasıl gidilebileceğini, ne ad verildiği, nedir gibi sorularıma cevap bulduktan sonra aracımızı park edip, yola koyulduk. Yöre halkı "İnönü İni" diyor. Kurtuluş savaşında araç, gereç depolamak ve barınmak için kullanılmış. Hatta ine çıkıştaki taş oyuklarda ateş yakıp, Mehmetçiğe yemek yapıldığı söyleniyor. Kurtuluş savaşı öncesi veya bu doğal güzellik için başka bilgi alamıyoruz.
İnönü İni'nin ne kadar içeri gittiğini sorduğumda zamanında çoçukken 100-150 metre ileri doğru gidebildiklerini anlatıyorlar. Sonrasını ise korkup geri dönmüşler. Ne kadar doğrudur bilinmez. Bende taze mağaracı ve ASPEG'li olarak bilgi almaya çalışıyorum.
Mağara'nın içi oldukça geniş. Biblo bir ara koşturup oyun bile oynadı.
Sonra yukarı tarafa tırmandık. Dik bir yamacın eteğinde olan bu bölge, yerlerin yarı ıslak olmasıyla bizi tedirgin etti. Biblo hemen bulunduğu yerin aşağısı dimdik aşağı doğru iniyor. Bu yüzden Biblo'yu uyararak geri çağırıyorum.
Sonrasında ise termal bölgesi olan Kütahya yoluna doğru gidiyoruz. Daha termallar varmadan Frig Mağarası levhasını görünce köyün içine dalıyoruz. Aracımızı park ettikten sonra karşılaştığımız Sofça Köyü sakinleri ile konuşuyor ve bölge hakkında bilgi alıyorum. Porsuk barajı kıyısında bulunan köy, barajdan önce daha ilerideymiş. Hatta okul ve halen minare eski yerlerinde duruyor. Gittiğimde su geri çekilmiş haldeydi ancak normal su seviyesinin minarenin bulunduğu yere kadar geldiği söyleniyor. Şu andaki ve normal ile kıyaslandığında en az 600-700 metre su çekilmiş durumda.
Baraj'dan iyi balık çıktığını söylüyorlar. Benim boyumda balık avladıklarını, bununda öyle aman aman bir şey olmadığını da belirtiyorlar. Frig Mağara'larından konuyu açtığımda önce temkinli yaklaşıyorlar. Sonradan anlıyorum ki defineci olduğumdan çekinmişler. Barajın bulunduğu vadinin adı Frig Vadisiymiş. Mağaralara erişim ise şu anda en kısa motorlu kayıklarla yapılıyormuş. Önce gidelim istiyorum ancak yalnız oluşum, saatin akşam üstüne yakın olması bu fikrimden vazgeçmemi sağlıyor. Dediklerine göre mağara içinde freskler ve eski yazılar varmış. Bunlardan sonra oldukça meraklanıyorum.
Mağaralara gidemiyoruz ama baraj gölünün kıyısında Biblo ile uzun bir yürüyüş yapıyoruz. Hemen ileri de bir orman görevlisine rastlıyoruz. Sonra bakıyorumki bir Avcı'nın silahına el koymuş, tutanak yazıyor. Tek başına ormancı, muhtemelen yasak kuş avlayan avcıyı tutmuş, tutanak yazıyor. Kaç ilçeden sorumlu olduğunu soruyorum, "17" yanıtını veriyor. Ormanlarımızı emanet ettiğimiz Orman memurlarının maalesef bölgeleri öyle genişki, buraları kontrol altına almaları çok zor. Yardımcı olacağımız bir şey var mı diye sorduktan sonra yanından ayrılıyoruz.
Sofça Köyü ve Porsuk barajından ayrıldıktan sonra Kütahya'ya kadar gidiyoruz. Bu kadar gelip Kütahya'dan porselen almadan gitmek olmaz diyip, bir kaç parça Kütahya Porselen alıp Eskişehir'e geri dönüyoruz. Eskişehir civarı keşif gezimiz oldukça verimli geçti. Frig mağaraları kesin ziyaret edilmesi gerekir diyerek, gezi listemize ekliyoruz.
11 Ocak 2009
Sünnet Göl'ünde Kış
Bazı yerler vardır ki haritada uzak gelir. Ana yollardan uzakta olduğu için oradan hiç bir yere gitmeyi düşünmeyiz. Hedefe ulaşmak için hep ana yolu takip eder, diğer alternatifleri denemezi bu yüzden de güzellikleri kaçırırız. Hep acelemiz vardır, hep yol düzgün olsun, hep hızlı varalım isteriz. Ama diğer yolda pek çok güzellikde bu amaçlarla birlikte kaçıp gider.
İstanbul'dan Ankara' ya karayolu olarak kaç şekilde gidilebilir? Ben kolaylıkla altı yol sayabiliyorum. Bunlardan biride Akyazı üzerinden olanı. Hani olurda İstanbul-Ankara otoyolunu kullanmak yerine hiç olmayan zamandan feda edilirse bu güzel yolu almak gerek. Tabi sadece yolu değil, yolun çevresinde bulunan Sülüklügöl, Çiğdem Yaylası, Dokurcun, Sünnet gölü gibi tabiat harikalarını görmek gerekir. Pek sıklıkla kullanılmayan bu yol üzerinde yol üstü restaurantlarda umulmadık güzellikte yemeklerin yanında hikayeleri olan insanlar, sohbetlerini ve dostluklarını da paylaşırlar.
İstanbul yönünden gelirlen TEM veya E5'den Akyazı istikametine sapmanız yeterli. Sonra doğrudan yolu takip ederseniz Köroğlu dağlarının arkasına doğru seyahatiniz başlar. Bu bölgede bulunan Sünnet gölü ise özellikle kış ve ilkbahar ayında ziyaret edilmesi gereken bu yörenin güzel bölgelerinden. Akyazı-Nallıhan yolundan Göynük sapağından 16 KM sonra Sünnet gölüne varılıyor. Bu yolun 4 KM bölümü bu aylarda kar kaplı ve zeminde buzlanma var.
Gezi Künyemiz:
Tarih: 10.Ocak.2009
İstanbul-Sünnet Gölü: 254 KM
Süre: 3:15 Dakika
Rakım: 1053 metre
Göle ulşamak için alınan 4 KM'lik yol bu mevsimde buz altında. 4x4 araç veya zincirle girmekte fayda var. Suzuki'mizi 4x4'e alarak bu yolda zincirsiz gayet konforlu yol aldım.
Yolda akan dere ve çam ağaçlarını görünce duruyor bir kaç kare fotoğraf alıyoruz. Yol kısa olunca çabuk bitiyor ve Sünnet gölü çevresinde ki tek otel olan Sünnet Gölü Doğal Yaşam Otel'ine geliyoruz. Otel personelinin gülümser ve ilgili ama sıkmayan samimi davranışı hemen içimizi ısıtıyor. Otelimize yerleşiyoruz. Göl manzaralı iki odadan biri rezerve diğeri de küçük olunca dağ ve doğa manzaralı olanı tercih edip yerleşiyoruz. 10 sene önce burayı Milli Park'lardan kiralayan Mudurnu Tavuk'un kurucusu Uğur Türesin kiralıyor. Çevreyi düzenleyip, oteli işletmeye başlıyor. 2008 yılında 10 senelik kontrat bitince uyuşturucu mafyasına rağmen, biraz da şanşla tekrar kiralayabiliyor. İşletme büyük özenle bölgeye turist çekmeye devam ediyor.
Mudurnu Tavukçuluğu ilk ziyaretim 1998-1999 yıllarındaydı. Akyazı yolunla ilk tanışmam bu yolculukla olmuştu. Sonrada Nallıhan üzerinden Eskişehir'e geçmiştim. Mudurnu Tavukçuluğun o yıllardaki modern tesisi hakkında bilgi alırken şaşkınlığımı gizleyememiştim. Tesis öyle otomotize olmuş ve temizdi ki inanmak zor geliyordu. Uğur Türesin adını da ilk o zamanlar duymuştum. Bu gezimizde de tesadüfen otelde Uğur Türesin ile tanışabildik. Tabi yine Biblo sayesinde.
Otele vardığımızda öyle yol yorgunluğu falan çekmiyoruz. Çünkü İstanbul'dan buraya olan mesafe sadece 3 saat. TEM'den sonra yol çok düzgün ve keyifli olduğu için nasıl geldiğimizi bile anlamadık. İlk işimiz odamıza eşyalarımızı yerleştirmek. İşte odamızın dağ manzarası;Eşyalarımız bırakıp, hemen kendimizi dışarı atıyoruz. Biblo ortamı seviyor, hatta o kadar neşeliki dışarı çıkmak için baskı yapıyor. Biblo ile yürüyüş başlıyor.
Göl tamamen donmuş durumda. Göl'ün üzerinde ayak izlerini görüyoruz ama bugün havanın ısınmasını göz önünde bulundurarak bu riske girmiyoruz.
Nuray benim monopod'u baton yapmış yürüyor. Hem çevreyi gözlemliyor hemde tempo tutarak yürüyor.
Yaptığımız yürüyüş yaklaşık 3 KM. Kar etrafı öyle tertemiz yapıyorki. Güneş tepede bir yanda ısıtırken, bir yanda kardan yansıyan ışık her tarafı ışıl ışıl yapıyor. Doğa bu haldeyken başka güzel. Başka hiç bir zaman bu kadar sessizlik olamıyor. Karla örtülen doğada herkes ve herşey uykuda. Ne yaprakların hışırtısını, ne de böceklerin,kuşların sesi var etrafda. Sadece ayak seslerimiz. O da durunca yok.. Yürüyüşümüz gölün bitimindeki eve kadar yapıyoruz. Karnımız acıkınca ve gölgeler uzamaya başlayınca yavaş yavaş dönüyoruz.
Dönüş yolunda buzlu Sünnet gölü kıyısındaki otelimiz. Sünnet gölü'nün adını nereden geldiğini soruyoruz otel personeline. Bu yöreden olan otel personeli anlatıyor hikayeyi. Çoban sürüsünü otlatmak için köyünden ayrılıp gölün kıyısından geçip gider. Çoban sürüsünü otlatırken gölün sularını boşalttığı derenin başı, gölün sonu olan vadi bölümüne heyelan olur ve gölün bitimi kapanır. Çoban geri köye giderken gölün vadi sonundaki bölgesine heyelan düştüğünü görünce "Göl Sünnet olmuş" der. O gün bugünde Sünnet gölü olarak anılmış. Göl'ün hemen ilerisinde Sünnet Köy'ü de buradan adını almış.
Akşam üstü olmaya başlayınca yemlenmeye çıkan geyikleri görebilirim diye göl kıyısına iniyorum. Göl'ün kıyı güneşin iyice gözden kaybolması ile soğuk oluyor. Soğunla birlikte sessizlik ve her şeyi bembeyaz yapan kar ruhumu öyle dinlendiryorki oradan ayrılmak istemiyorum. Bir yandan da hazır Biblo yokken otelin köpeklerini sevebiliyorum. Köpeklerin tamamı karı çok seviyor. Hatta otel personeli köpeklerin kışın çok daha mutlu olduklarını söylüyor. Bana kalırsa her yönden çok şanşlılar. Kışı seviyorlar, otel personeli sürekli besliyor, yazın ise 1053 metre yükseklikte hiçte fena olmayan serin bir ortamda yaşıyorlar.
Akşamleyin yapılan enfes güzel yemek sonunda sabahın erken saatlerinde Biblo'nun "Hemen Kalk" yalaması ile uyanıyorum. Saat tabi ki 07:15.. Biblo'nun kolunda saat olsa bu kadar dakik olamaz. Ama Biblo'nun saati geziyorsak veya geziye çıkacaksak 07:15...
Kahvaltı yapmadan bir gün önce gidemediğimiz gölün diğer yakasında yürüyüşe başlıyoruz. Otelin köpekleri de peşimizden bizi takip ediyorlar. Zaman zaman Biblo ile aralarını açmak için müdahale ediyorum. Tahta Köprüye kadar olan yürüyüşümüz sona eriyor ve geri dönüp kahvaltımızı yapıyoruz. Enerjimizi depoladıktan sonra yarım ada şeklinde gölü içine giren tepeye tırmanıp, 4.5 KM uzunlukta olan göl'ün çevresini döneceğiz.
Otelin Baba-oğul avcı köpekleri eşliğinde yürüyüşümüz başlıyor. Henüz ayak basılmamış yola doğru giderken köprüden geçiyoruz. Bir yandan yavaş yavaş yağan kar ortamı daha yumuşatıyor ve güzelleştiriyor.
Tepeye tırmanış umduğumdan kolay oluyor. Geceleyin olan don kar tabakasını sertleştirince her ayak basışımla doğal bir kar merdiveni oluşturuyorum. Dik yamacı tırmanırken bu işimizi kolaylaştırıyor.Sonrasında ilk ayak izi oluşturacağımız yola sapıyoruz.
Tepeyi çıkıp, gölün çevresinde 4.5 KM yürüyünce oldukça sıcaklıyoruz. Bugün Pazar ve İstanbul'a dönmek zor geliyor. Ancak saat 14:00 civarında yola çıkıyoruz. Kar yağınca dönüş yolumuzu Göynük-Taraklı üzerinden yapamıyor ve yine geldiğimiz yol olan Akyazı yolunu tercih ediyoruz.
Öğlen yemeğini yolda yeriz diye çıkıyoruz ancak yağan kar yolda tutunca umduğumuzdan daha uzun sürüyor yolculuğumuz. Şerefi'ye kasabasına gelince "Hanım'ın Yeri" adındaki yol kenarındaki restaurantta duruyoruz. Hani önce çok ümitli değilim. Güzel olsun karnım doysun modunda giriyorum. Hemen bizi tek çoçuklu bir aile karşılıyor. Allah allah diyorum içimden, çünkü yöre halkına da benzemiyorlar. Sonra Kdz.Ereğli'den gelen Hamsi'den bize hamsi tava yapıyorlar.
Bu arada ailenin İzmir'den gelip buraya yerleştiğini, Ahmet Bey'in Trabzon'lu olduğunu ve buraya taşınmayı bizim gibi gezmeye geldiklerinde karar verdiklerini anlatıyorlar. Bize Ege'nin zeytinyağı, Karadeniz'in Hamsi'si ile hazırladıkları Hamsi Tava enfesti. Yediğim en iyi Hamsi tavalardandı. "Hanım'ın Yeri" restaurant o bölgede balık yemek için en iyi alternatif gibi görünüyor.
Sıcak çaylarımızı da yudumladıktan sonra yola koyularak İstanbul'a evimize geri döndük. İstanbul'a yaklaşık 240 KM uzaklıkta olan sünnet gölü'ne çok rahat bir şekilde 2.5-3 saatte erişmek mümkün. Günü birlik gezi yerine en azından bir akşam otelde kalmak geziyi çok farklılaştırıyor. Otel fiyatları ise oldukça uygun. Buranın keyfini çıkartmak için mutlaka bir akşam kalmak gerekiyor.. Otel hakkında detaylı bilgiye http://www.sunnetgolu.com/ adresinden erişilebiliniyor.